Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ferit Erden BORAY

Ferit Erden BORAY

Tarihe Tek Gözlükle Bakılmaz

Yüksekteyken geriye bakalım soralım; “yahu ne haltettik?”

Değerli okuyucularım, evet halt ettik, hem de hiçbir sebep yokken, galiba hatırlayınca şaşırır mıyız? En azından yüz yıl önce, dünya ülkeleri arasındaki konumunu atlayıp yenilenme ve çağdaşlaşma adına yeni ve de bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kurmuş iken.

Kurucu lider Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’e ve arkadaşlarının, devletin yönetiminde görevleri de aldıklarında hemen hiçbirisinden şu sözleri hemen hemen hiç duymamıştık. Peki ya şimdi ne oldu diye sormayın bana. 20 yıldır, 21 asrın ilk çeyreğini yaşadığımız asırda üstelik hemen hemen bütün dünya ülkelerinde yenilenmelerinin, çağ değişimlerinin yaşandığı yıllar anlaşıldığı şekilde bizde yaşarken.

Evet Batılı ülkeler asırlardır süregelmiş olan Asya merkezli Türk kavim halkları için kendilerine göre tamamen mantıksız olan sözleri söylemekteydiler. “Bunlar ne kadar saf ve aptal milletlerdir ki?” Evet bu millet şimdi, iktidarı tek başına yönetmek için aslen diktatör rejim, sadece seçimlerle Meclis olan halk adına TEOKRATİK yöntemleriyle de ülkeyi yönetip karar verirken diyor ki:

“… Benim söylediğim doğrudur… Söylediklerimin tersi yanlıştır, gereği sorulmadan yapıyorlarsa, haklarında mahkemeler içerik yazılmadan açılır… Üstelik benim amelim (inançlarım, düşüncelerim) sevaptır, tersi ise günahtır… Benim emrim yasadır, bahsetmiş olduğunuz kimin yazdığı bilinmeyen Anayasalar ne ki? Davamızın ve emrimin dışındakiler suçludurlar…”

Peki dünyada böyle şeyler tarih boyunca olmuş mu? Evet tamamen olmuştur, bilinen tarihlerimizde Avrupa halklarına göre, en büyük devlet dedikleri Roma İmparatorluğundan sonra bu kez, 5-6 asırlardan itibaren yaşamakta olan halkların yüzde çoğunluğu cahil ve okumamış iseler. Bu sefer öne çıkan ve saygınlıkları tartışılmaz, Hristiyan dininin Katolik olanlarına unvan olarak Papa ve sıradakilere de Kardinaller deniliyordu.

İşte M.S. 8. Asırdan 15. Asra kadar sözüm ona da kral olmuş iktidarı yönetenlerin, karar alabilmek ve uygulayabilmek için Papaya sormaları dönemiydi. Hatta o dönemlerde bir insanları muhakeme etmekle tam görevli Engizisyon mahkemeleri kurulmaktaydı.

Karar veren hâkimlerin, çoğunluğu Papanın tayin ettikleri, kısmen cahil papazlar idi. (Dünyada tarih sanki yeniden tekrar mı ediliyor. Ülkemizde son 10 yıl içinde adalet mekanizmasındaki savcıların, hakimlerin üst makamlara nasıl tayin edildiklerine bakın görünüz.)

Peki diyeceksiniz ki, insanlar bu kadar saf mıdır? Evet bunun da cevabını, 15. asırda Avrupa’daki oldukça gelişip öne çıkmış aydınlarından (1557 yılı), Paris’te yazdığı eserinde Michel de Le Monteign:

“… Aklımı beğenerek bir insanın her gün yaptığı şeyleri yapmış oluyorum, kim kendini akılsız sayar ki… Eh zavallı insanlar bile akıldan yana paylarına razıdırlar… Başkalarında bizden fazla yiğitlik… işten güçlü beden gücü, tecrübeler ve de güzellikte görmemekteyiz. Ama akıl üstünlüğünü de bırakmayız.

Başkaları da doğru düşünceler gördük mü, bunları şöyle bir düşünüp biz de bulabilirdik, sanırız… Eserlerinde gördüğümüz bilgiyi, sanatı ve daha başka değerleri de bizimkinden de üstünde tutabiliriz. Ama bu düşüncenin bulabildiklerini kendi düşüncelerimizle de yapacağımıza inanıveririz.

Üstelik onların büyüklüğü ve de zorluklarını bile hiçbir zaman anlayamayız, göremeyiz. Eğer ki bu düşünceler bizden hayal edilemeyecek kadar uzakta olsunlar. Doğadan insanlar için en adil yaratılan nimet Akıl derler.

Çünkü hiç kimse akıl payından şikâyetçi de değildir. Aklını beğenmemesi için insanoğlunun aklından ötesini görebilmesi gerekir. Herkesin gözü dışardadır, ben ise gözümü içime çevirir, kendi içime bakarım. Hemen herkes ise şaşkınlık içinde öne çıkana bakar, ben ise içime… Evet bütün derdim, kendimdedir, kimse kendi içine inmeye çalışmaz…” diyordu asırlar önce.

Değerli okuyucularım işte benim söylediğim de aynen budur. Kuşkusuz düşünmeyen tutucudur, düşünemeyen aptal, düşünmediğine aldırmayan da artık tam anlamıyla köle ya da biat eden sınıfına girmektir.

Dünya tarihlerini tamamen değiştiren Uluslararası II. Dünya Harbi’ndeki ünlü komutanlardan olan Amerikalı General Mac Arthur, harpten sonra anılarında der ki:

“… İnsanları ihtiyarlatan, geride bıraktığımız yılların çokluğu değil, fikir ve ideal yokluğudur…” Evet bizim Atatürk’ten kalan son kuşaklar olarak, galiba aynen generalin sözlerini yaşamaktayız. Kendimize hemen hiç sormadık. Yahu bu hale gelirken, biz neredeydik?

Şimdi yarım asır öncesini hatırlıyorum, o dönem çok iyi tanıdığım, dostum, rahmetli ünlü şair, gazeteci Halil Soyuer Ulus gazetesindeki yazısında diyordu ki,

“Bu iş nereden geldi başına nereden,

Bekleyip duruyor, yardım bizlerden,

Tutun kaldıralım, düştüğü yerden,

Hep birlikte kucaklayın dünyayı…”

Ne yazıktır ki fanatik bir mantıkla sadece kes-kopyala-yapıştır yazılmış tarihlerimiz hatalıdır. Örneğin Arap dünyasından ve bugünkü “Radikal İslamcı” modellerden ayrılan Osmanlılar Batılılarca tamamen açık biçimlerde ayrılıp kabul edilmişlerdir.

Prof. Dr. Karpat hocanın der ki:

“… Osmanlı Türk İmparatorluğu kesinlikle Din devleti modeli değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Çünkü Anadolu’ya Müslüman sadece ganimet toplamaktan ibaret sayan Araplar’dan değil, tam aksine Orta Asya ve Horasan yöresindeki alimlerden gelmiştir…” (Muhammed Mutaridi, Hacı Ahmet Yesevi vb.)

(Ancak bu deyişler şimdiki ülkemizi sözüm ona da Radikal Siyasal İslamcılık mantığında yönetenlerin ise Osmanlı öncesini zaten Türk saymayan mantıkları var, o zamanlarda bu bahsedilenler onlara göre İslam dışıdır.)

15-16. asırlardan itibaren Rönesans

İkinci yarısından itibaren tanımlamalara göre orta çağlardan yeni çağlara girilirken, yalnızca Avrupalılar ile başlatıldığı sanılan Rönesans hareketleri ise sadece eski çağların tutucu anlatımlarından ibaretti. Aslen Rönesans, Fransızca RENISSANCE olarak yazılmaktaydı. Üstelik bunun eski çağlardaki Yunan ve Roma kültürlerinin canlandırılması olarak yazılışı ise tamamen varsayımla yanlıştır. Ancak bu eskiyi adlandırılan tanıtım biçimlerinin ise, “Helenistik Çağ”ın getirdiği ve de sadece Mora’da bulunan anıtların bağlantılarıydı.

Asıl olarak bakıldığında 14. asra kadar Avrupa topraklarındaki mevcut Krallık biçimindeki devletlerin hemen hiçbirisinde bilimle alakalı halklar için okullar henüz hiç açılmamıştı. Sadece İspanya’daki Endülüs Emevi dönemindeki El Granada Medresesi dışında. Ancak bilinen tarihlerdeki gibi bu defa da kendilerince Hz. İsa’nın memleketi din adına Kudüs’ü alma ile ilgili papalık desteği, organizasyonuyla başlatılmış ve de iki asırda sürdürülmüş Haçlı Seferlerinde ilk kez bilim ile tanıştılar.

Böylece de 13 ve 14. asırlarda Doğu ile Batı arasında başlatılmış, duygusal ve düşüncesel kavram sonucunda doğuda mevcut olan bilim ve sanat, kendiliğinden doğudan batıya taşınmaya başlatılmış oldu. İşte bu motivasyon gücünün temsili sayılan HÜMANİZM kavramı da giderek yaygınlaştırılıp aydınlanma başlar.

Bütün bunlar anlatılmadan kendilerince hem de bugünkü mantıklar içinde “Sözüm ona medeniyet gâvurlardan gelmiştir, kabul edilmez mantığı” onların hemen hiçbir şekilde ve eski Türk tarihini ve ne de fanatik kalmış Arap mantığını bilmek yerine tamamen denilenlerin kutsallaştırılması var olan temelindeki İslamiyet’i çürüttü.

Değerli okuyucularım geçen haftaki yazımda da Yıldırım Bayezıd sonrası yaşanmış FETRET devrinde 13 yıllık mücadele sonucu tekrardan devleti kurtarmış olan oğlu I. Mehmet Çelebi’yi okuduk. Onun bilimle beraber kalkınmış, yetiştirmiş olduğu oğlu İkinci Murat ve onun oğlu II. Mehmet Fatih artık bütün dünya tarihlerini tamamen değiştireceklerdi. Bütün bu gerçekleri bilmeden hamasetle, sadece fanatik tutum içinde dinci mantıkla bakıp selamünaleyküm dediler. Aslında ne insanların arasında beraberlik ve ne de devlet yönetilebilir, anlaşılmayan sancı budur.

Kökleri Türk olanların kavramı

Temelindeki ruhu anlayabilmek için de açık şekilde kendimize sormak gerekir. Türk Milliyetçiliği nedir? Ne demektir ya da ne değildir? Ancak Devlet yönetiminin sigortası sayılan Milliyetçi siyasalların (ya da partilerin) iktidar olması ise önemli tahlil gerektiren bir konudur, elbette.

1- Türk Milliyetçiliği binlerce yıllık geçmişi olan bir tür sanıldığı gibi İDEOLOJİ de değildir. Üstelik modern ve çağlara uygun bir ideolojik fikirler manzumesidir. Geçmiş asırlarda yaşanmış, 1789 Fransız İhtilali atılımlarının Avrupa’da ve Balkanlarda fikirsel olarak yayılmasıyla başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet gibi kitlesel bütünlüklerin girişimiyle olmuştur.

2- Türk Milliyetçiliği, sanıldığı gibi salt bir Devletçilik mantığı da değildir. İnsanı yaşatın ki devlet de yaşasın mantığıyla bütünleşmenin şuurudur, elbette.

3- Türk Milliyetçiliği, soyut bir kavram olmayıp şuursal olarak vatanını en çok seven ve görevlerini de en iyi yapanların aydınlaşmayla birlikte süratle büyümesidir.

4- Türk Milliyetçiliği, etnikçi de değildir. Çünkü insanın kökenleriyle ilgilenmez, onlar için tartışılmaz, vazgeçilemez kırmızı çizgilerdir. Hemen her insanın, etnisiyetine, cinsiyetine, dinini de bakılmaz ve karşılıklı insan saygı ve sevgisini, atasal törelerini esas alır.

5- Türk Milliyetçiliği eski adıyla sömürgeci, yeni adıyla emperyalist değildir. Hemen her milleti yorum göstermeden ne kendini üstün görür ve ne de başka milletleri düşmüş görür.

6- Türk Milliyetçiliği için asıl olan yalnızca kültür birlikteliği değildir, aynı zamanda da ortak hedefler birlikteliğidir. Kültür kadar milletin ekonomik refahını da önemser.

7- Türk Milliyetçiliği sadece millî duygulardan ibaret de değildir. Ancak Türk Milliyetçiliği kişisel bir duygudan daha fazlasıdır, entelektüel bir birikim ve de gelişen bir tür düşünceler sistemidir.

8- Türk Milliyetçiliği tanımlamalara göre aslen yeterlilik de değildir. Çünkü Türk kökenli olan insanlar yaşadıkları topraklarda insanlar için sevgi ve saygıyı esas alan duygulardan, düşüncelerden daha fazlasıdır.

Değerli okuyucularım, dünya tarihlerinde bütün kavimlerin, dilleri, dinleri ne olursa olsun bilindiği gibi 19. asırdan itibaren insanlardaki kitlesel değişimlerinin ve Avrupa’da başlatılan Sömürgecilik olgusuna getirisi sonucu Emperyal fikirlerin kolayca etkileşiminde kalmışlardı.

Önceki muhtelif köşe yazılarımda belgelere dayalı değişimlerle, birçok devletler kurmuş olan bir milletler zincirinden gelmekteyiz. Bilinen şekilde I. Dünya Harbi’yle birlikte, hemen bütün Hristiyan devletlerde olduğu gibi milyonlarca insanların savaşlar sonucunda, kitlesel yönetimlerinde dünya tarihini sarsan değişimler oldu.

İşte bugün bu değişikliklerin sonucunda aynısı olan Türk halklarının kitlesel bütünlükler içindeki çağdaş yeni bir devleti kuranlarda bizlerdik ve de adına Türkiye Cumhuriyeti denir, yüzüncü yılındayız. Böylece henüz bir asrını tamamlamış olan Laik TÜRK ÇAĞI’nda, ancak tarihsel hamasetlerden uzak arî bir Milliyetçilik akımı kuşkusuz bunları idrak edecektir. Bu silkinişle birlikte nasıl oluştuğu fazlaca da bilinmeyen siyasal İslamcılık fanatiği artık gelen ve geçmiş tarihin tozlu sayfalarına kolayca atılır.

Değerli arkadaşım Prof. Emre Kongar’ın köşe yazısına göre, “İnsanları bölerek yönetmeye kalkanlar, bütün insanları çapraz kesen, din, mezhep, ırk ve milliyet kimliklerine kaydırmaktadırlar. İşte bu farklı kimliklere göre biçimlendirilen Ahlak anlayışlarına rağmen insanların ortak ahlak değerleri de hiçbir zaman kaybolmamıştır, kaybettirilemez.”

Bunlar temel olarak da adalet, özgürlük, fırsat eşitliği ve atasal töreler içinde dayanışma gibi ilkelerle hadım edilmiş düşüncelerin toplamıdır. Üstelik, Demokratik ülkelerdeki ahlak anlayışı nispeten çoğulcudur. Ancak otoriter ve totaliter ilkelerindeki ahlak anlayışı ise tekçi ve de tekelcidir. Çünkü onlar sadece iktidardan yana olanları eşit vatandaş olarak görür ve bunu da zayıf karınları olan din adına çok da rahat kullanabilirler, tehlikeli olan da işte budur.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları