Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ferit Erden BORAY

Ferit Erden BORAY

Tarihe Tek Gözlükle Bakılmaz

Kitlesel diriliş savaşı yüzyıl sonra tekrar mı?

Değerli okuyucularım son on yıldır ülkemiz halkları ne durumdadır. Yaşayanlar için tartışılan soru, “yıkılışa mı doğru gidiyoruz”a kadar dönmüştür. Ancak Devleti yöneten siyasetçilerin, öncelikle de etkisi çok büyük olan ekonomik darboğazları getirmiş miydi? Siyasalların sebebi yok iken bu defa da Türk asıllı halklarımız arasında olur olmaz farklı iletişimler yoluyla bölünmeyi ya da kutuplaşmayı mı getirmişlerdir? Dersiniz…

Ancak yüzyıl önce yıkılmakta olan ve dünyaca tanınmış son imparatorluk Osmanlı Devleti’nin hangi koşullar yaşanılarak hem de eski adıyla sömürgeci ve çağımız adıyla Emperyal devletlerin saldırılarına rağmen, tam yıkılacak, tarih atılacak dedikleri bir dönemde yine kendi halklarıyla birliktelik kurarak tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardı.

Fakat bilindiği gibi adı geçen Osmanlı İmparatorluğu Devleti, Tanzimat sonrası, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet aşamalarını yaşarken aynen Avrupalı devletler örneği halkın içinden seçilmiş Meclis-i Mebusanı var etmişti. O zaman adı geçen bu Mecliste yer alanlar bahsi de geçen sürede devletlerini yönetiyorlar mıydı?

GELİN OSMANLI DÖNEMİ MECLİSİNE…

O günleri bizzat yaşayarak görenlerin başında Avrupa’da tahsiller görüp medeniyeti yakından takip etmiş olan Kırım Bahçesaray’da kendisinin bastırdığı Terceman gazetesinde, devlet yönetimini yazıyordu. Adına Batılılar GASPRİNSKİ dedikleri Gaspıralı İsmail Bey’in 1903’ten itibaren sıkça İstanbul’da olurdu.

Bu yıllarda Nisan-Mayıs aylarında İstanbul Bayezit’teki Osmanlı Darülfünun (Üniversitesi) öğrencilerine Mercan’da kaldığı Suhulet oteli bahçesinde sıklıkla halklar ve Türkler hakkında seminerler veriyordu. İşte bu seminer öğrencileri arasında Adnan Adıvar, Halide Edip, Mehmet Akif ve subaylardan olan Harp Akademisindeki Mustafa Kemal ve Ali Fuat, Kazım Karabekir gibi arkadaşlarıydı.

Bu arada sık sık gittiği Meclis-i Mebusan’da kendisini karşılayanların söyledikleri ilginçtir. “… Değerli Hoca İsmail efendi, siz üç lisanı çok iyi bilen ve tahsilini Fransa’da yapmış, 1883’ten beri Bahçesaray’da çıkarmakta olduğunuz Terceman gazetesi sahibi olarak sizden öğreneceklerimiz çoktur…

Sultan Abdülhamit Han da sizin yazılarınızı çok iyi takip eder. Gelin sizi Memalik-i Osmaniye’nin üyesi, Milletvekili yapalım…” diyorlardı. Gaspıralı’nın onlara verdiği cevaplar, günün gazetesi Tasvir-i Efkar’da da yayınlandı:

“… Paşa hazretleri, sağ olunuz… Sizin Meclis dediğiniz bu yere üç günde bir gelip giderim… Ve de buradaki konuşmalarınız veya yaptığınız işleri de, toplantılarınızı da yakından izledim, notlar aldım. Oysa daha öncesi düşüncelerim, buradakilerin mektep-Medrese (Üniversite) görmüş, okumuş ve de bu Millet için yürekten dürüst uğraşlar verecek ve dahi çok saygın kişiler olduklarını da sanmıyorum.

Bizim ise Kırım Yalta’da bulunan Gavur Dağı’nın eteğinde zaman zaman itişip kakışan, birbirlerine küfürler edip, hatta taş-sopa vurup kavgalar eden çobanların yamakları vardır. Buradakilerin ise elbette ki onlardan da farklılıkları vardı. Ancak görünüşlerinde fiyakalı giyinişleri, fesleri, sırmalı ceketleri ve hatta nasıl aldıkları dahi bilinmez süslü madalyaları da var.

Üstelik bu mecliste çıkardığınız yasaların (kanunların) dahi bir kısmını okudum. Oysa Osmanlı topraklarında yaşayan halkın üstelik yüzde 80’i bunlardan pek anlamazlar. Ağdalı bir Osmanlıca ile kaleme alıyorsunuz. Hatta ben bile iyi bildiğim halde zorlandım derim.

… İşte bu göstermelik durumları ise alışkanlık edinmiş, gerçek halkın anlayacağı asıl Türkçeyi konuşmayıp hatta yazmayan, dahası aslen sorumlu oldukları halkından ise tamamen uzak işte bu Meclise üye olmayı (zul) acziyet addederim…” demişti.

Her nedense belki de benzer olduğu için tam 100 yıl sonra tarihin tekrar yaşanması gibi görürüz. Aynı dönemleri birebir yaşayan Osmanlı halklarının arasında eğitimler almış aydınlarımız ve daha çok askeri kökenli hizmet verenlerin arasında tartışılmaz lider denilen Gazi Mustafa Kemal Paşanın 120 yıl önceki devletinin konumlarını iyiden iyiye çok yakından takip ederler, ülkenin dirilişi için hazırlanıyorlardı.

Gerek Harp okulu ve Harp akademilerinde öğrenci iken, Gaspıralı’dan öğrendiklerini onun Terceman gazetesinden ve Fransızca ele geçmekte olan gazetelerden de çok iyi takip etmekteydiler. Onlar arasından sıyrılmış, akılları ve millî düşünceleri arayışa yönelmiş olanlara söyledikleri oldukça ilginçti:

“… Doğu Avrupa’da Rusların hâkimiyetinde de ezilmiş yıllarda yaşayan Lehistan aydınlarından olan, halk şairi MİCİ YANİÇ’in yazmakta olduğu şiirlerinde halk arasında “Millî Bütünlüğü” de yakalayıp, zamanla da bağımsızlığa ulaştırmışlardı. Peki şimdi de bizim nerede bu aydınlarımız?

Oysa kendisini, millî kimliğini ve de Milletin tarihini bilmeyenlerden ULUS olur mu, olabilir mi? Eğer halen son on yıldır, Osmanlının benzer şekilde siyasetçilerin, bir de “Siyasal İslamcılık” sistemini getirmeye çalıştığı günleri yaşıyorsak, ne denir?

İnsanların şuursal olarak baktığımızda MİSTİK DÜŞÜNCE, doktorinleri, rintler’e, muska ve dinselin kutuplaştırıp cahiliye toplumlara soktukları kolayca da NAZAR’a inanmış kişiler çoğalırsa, bu sefer farklılaştırılmış formüllere dayalı bir takip bilinçdışındaki güçler yorumlamaya başlanırsa, durum oldukça vahimleşecektir.”

İşte böylesine kutuplaştırılmış halkların bu kez saptırılmış batıl inançlardan hayallerden kusurlardan ve dahi faziletten soyutlandırılmış kimseler bu kez de son derece asosyal (toplum dışı) bir insan haline de gelir ki, bu kez yalnızlık dünyaları çoğu kez de onların kişisel savunacakları yeni bir düşünce dünyalarına döner. Özetleyecek olursak, son yıkılmış olan Osmanlı ise, devletindeki konumuna belgeleri tarayarak bakalım.

1- Ülkedeki var olan Finansal ve mali krizler (sanırım bugünlerde bütün bunları birebir yaşıyoruz).

2- Ekonomik genel insanların yaşama krizleri.

3- Halkın yaşamındaki bilimsel olmayan krizler. (Bunun açık örneğini, baştaki siyasetçilerin bu kez öğrencileri yetiştirmek konumu da olan Eğitim kurumlarının bilimsellikten uzaklaştırıp okullardaki haftalık 42 saatlik derslerin 16’sını, imamlarında ya da müezzinlerin öğreteceği din dersine çevirmek mantığına döndü.)

4- Osmanlı döneminde idari açılardaki var olan Siyasi krizin ise işlerini kaybettiği ve önemli sorumluluklar alan hükümeti idare edenlerin işi bu kez içinde bulundukları kişisel, gruplar çıkarları için görevlerini yapmayıp halka yeterince hizmet etmeyişleriydi.

Benzerleri diğer dünya devletlerinin geçmişte yaşadıkları kendi tarihlerinde de görüleceği gibi zaman içinde değişen ya da farklı şekilde geliştirilmiş şartları bu kez bütünleştirip ülkelerin kaçınılmaz halleri yaşamaya başlamasını getirecektir kuşkusuz.

Evet 120 yıl öncesinden benzer örnekleri de tam olarak sunalım, Dönemin aslen profesör ve siyaset adamı Dr. Rıza Nur hoca İstanbul Darülfünunda (Üniversitenin Hıfzıssıhha bölümü) görevli iken. O sıralarda Osmanlı devleti Bulgaristan’dan da yüklü miktarlarda un ithal etmekteydi. (Günümüzde aynen Ukrayna ve Rusya’dan ithal edilen hububatlar gibi) Gelen ihbarlara göre unların mikroplu da oldukları dönemin gazetelerinde de yazılıyordu.

Görevi icabı Dr. Rıza Nur kendisine gelen bu ihbar yazılarının doğruluğunu tespit etmek için hemen Tıp Fakültesi başkanı (şimdiki Rektör) olan Dr. Nazif Paşaya çıkarak, konuyla ilgili tespiti yapabilecek mikroskobun kendisine verilmesini talep (istek) eder. Fakat onun aldığı cevap çok ilginçtir:

“… Sen mi kaldın doktor, bunu düşünecek, akılsız, sen git maaşını al, otur oturduğun yerde, sen çok istiyorsan, mikroskopa aldırma gözünü aç bulursun, alet edevat neymiş ki doktor…” diye kovar.

Değerli okuyucularım işte tarihlerimizden de birebir yaşanmış gerçekler budur, aynen günümüzdeki bu devletin kurumlarında sorumlu olan hoca, doktor veya müdürlerin, nasıl olduklarını ben demeyeyim, siz anladınız zaten, sonuç mesele aynen işte budur, günümüzde.

Elbette ki bunun dünya tarihinden de birçok örnekleri vardır. Örneğin, 1789 Fransız ihtilali öncesi Kral XIV. Louise etrafını yağcı gibi dolaşan sözde aydın birine sorar: “Mösyö sen kaç yaşındasın?” Cevabı oldukça ilginçtir: “Kaç yaşında olmasını emrederseniz, o yaştayım, öyle kabul ediniz, efendim.” diyordu, Fransız tarihlerinde örnekleri pek çoktur.

Evet bunun örneklerini hiç vermeyelim, sizler günümüzde bu gerçekleri birebir görüyor, yaşıyorsunuz. Gelin daha ileriye gidelim, yaşanmış Mondros Ateşkesi döneminde Kasım günü İstanbul’a dönmüş olan Amiral Rauf Orbay, Padişah Vahdettin’i ziyaret eder.

Ülkenin durumunu sohbetleri sırasında sorar. Padişahın cevabı ilginçtir, der ki:

“… Paşa, beyefendi ortada elbette bir millet vardı. Yenilmiş, belki de çaresiz kalmış koyun sürüsü, liderleri için onlara alışıldığı gibi çoban lazım, işte çoban da benim…” demişti.

Gelin bunu ben hiç yorumlamayayım, eğer halkın o dönemlerde %85’i cahil ise, çare ve muttali (uyumlu) oldukları “Muhafazakâr dindarlık ve biat etme mantığı” var ise, tahttakilerin düşüncesinden başkaca hemen hiçbir şeye inanmaları mümkün değildir. Dünya tarihleri de bunun gibi birçok örneklerle doludur. Siz bunu Siyasal İslamcıların reislerini bu makamdaki yerine koyun, durum bütün çıplaklığıyla yerine oturmuş olacaktır.

Gelin sonuç olarak sizlere Fransız Lemanies’in yazdıklarına bakalım, diyor ki:

“… Felaketlerin, iyilik kaynağı olan Tanrı’dan gelmediğini gördüğümde, cehalet içine gömülmüş ve de ihtiraslarıyla çürümekte olan insanların aslında bütün bunların kendi eserleri olduğunu kavradım…” (Artık kavrama noktasına geldi mi aydınlarımız.)

Değerli okuyucularım, sanırım özetleyecek olursa artık benim hiçbir şeyi yazmama gerek yoktur. Ancak, aykırılıklar, haksızlıklar, hukuksuzluklar, döneklikler, sapkınlıklar ve çekememezlikleri, artık giderek köylerden şehirleştirilmiş insanları gruplaştıracaktır.

Elbette ki toplumsal aydınlık hepimizin amacı ve ilkesi olmalıdır, fakat toplumsal barış zamanla da kuşkusuz ulusal birliğinde mayasıdır. Böylece de bu değerleri göz ardı eden kişisel saplantılar ve çıkışlarla başlatılan partizanlık gibi tutarsızlıklarla topluma karşı gizlenmiş kandırmaca girişlerdir.

Bütün bunlar artık bilinirken azınlıkta kalan aydınların ötesindeki kalabalıklaştırılmış cahiller ise, kısa sürede başlarında despotik devleti türetir. Artık onun işlevleri kandırarak yurttaşını susturup onların beklentilerine kulak asmaz, kolaylıkla da onların giderek çoğalan zayıf karnı olan inançlarını, hemen her zaman hem de onların hiç anlamadığı Arapça süslemelerle onları da kendisine biat ettirip, sabredin Allah yardım eder… diyeceklerdir, aynen bugünkü gibi…

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları