Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ferit Erden BORAY

Ferit Erden BORAY

Tarihe Tek Gözlükle Bakılmaz

Tarihte zorunlu haller kurtuluş meclisini yarattı

Fransız yazar Paul Gention der ki: "… Her değişim yeni bir değişime de neden olmuştur, her yeni yenilik bir başka yeniliğe de kaynak olmuştur. Ve de sanki bunların tümü zaman içinde bu halkların yaşamında yer almıştır…"

Ama dünya küresinde bazen seyrek, bazen de sıkça fırtınalar çıkar. Ancak rüzgâr ya da seller varolan kayadan ne alabilirdi ki?.. İşte bu kaya ya da büyük yaşlı çınara asırlardır zaman zaman isimlerini değiştirmiş olan 16 Türk Devletleri halkları denilirdi.

Evet daha önceki köşe yazılarımda özellikle de 19. Yüzyıl Osmanlı devleti ile dünya ülkelerini anlatıp çağın nasıl değiştiğini söylemiştim. Bilinen 2. Meşrutiyet döneminde ilk kez siyaset ile ülke toplanmaya başlarken, nasıl olmuşsa olmuş, birden bire kendimizi tarihin en büyük dünya harbinin içinde buluvermiştik.

Sonuç, Almanların 25 Ağustos 1918'deki Versay Antlaşması sonucunda bizde 30 Ekim'de Mondros Ateşkesi'yle yenik sayılıvermiştik. Peki şimdi ne olacaktı? Ya da geçmiş tarihlerimizde birdenbire kitleler halinde nasıl bu hâle gelmiştik örnekleri var mıydı?

Asya merkezli, Türk kavimlerinin M.Ö. 3. Asırdan itibaren devlet kurdukları Hunlar, Göktürkler gibi ve M.S. 8-9 asırda ise öne çıkan medeniyetlerin de harman edildiği Uygur-Türk devletinin hakanı Bİlge Kağan'ın Türk kavminin yıkılışını anlattığı belgesinde:

"… Bütün soyum, milletim… yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki kara toprak yarılmadıkça, senin ilin'i (eyaletlerini, vilayetlerini) ve töre'ni kimse bozamaz… Ama sen düşmanların da armağanlarına kandın, bölücülere, fesatçı fanatiklere inanıp kandın hatta seni kurtaran atalarına bile isyan edip unuttun. Yurdu böldün ve öldün," der.

Evet, değerli okuyucularım, bizler ne garip ve de çok sabırlı ya da saf bir milletiz ki zaman zaman böyle içimizden ortaya çıkanlara inanıp umursamadan sadece, bunu tanımlayacak sözler de vardır, kuşkusuz denilir ki; "… Türklerin ortak yazgısı, gerekirse küllerinden dahi doğarlar…" mantığı yeni bir toplumsal silkiniş değildir.

Bizim gençliğimizde denirdi ki: "… Zarfa değil, mazrufa bak…" (Görünüşe, kıyafetine aldanma, açarak perdenin içine bakın.) Evet eğer bizler asırlardır yaşanmış olan köklerimizi bilmez, anlayamaz isek, aynen komşumuz Suriye ve Irak halklarının köklerini unutmuş haline çok da rahat biçimde dönüşmemiz de doğallaşır elbette.

Ziya Gökalp'ın ne güzel bir sözü vardır der ki:

"… Yalnız mutluluk zamanlarında değil, bizden ayrılmayanları nasıl ulusumuz dışında sayabiliriz! Türklüğe büyük hizmet vermiş olanları varsa, nasıl olur da bu özverili insanlara 'Siz… Türk değilsiniz' diyebilirsiniz ki." İşte geçmişine sahip olmak ve hele 100. Yılını yaşadığımız Cumhuriyetin başlangıcında hangi koşul ve zeminlerde el birliği ile kurulabildiğini bilmek.

104 YIL ÖNCE BAŞLAYIP 1923'E GELİNDİ

Neden 104 yıl önce Mondros ile yenilmiş ateşkes sonrası 620 yıllık son imparatorluk Osmanlı-Türk Devleti yıkılmak şartları işgal edilmek konumunda kalmıştı? Karadeniz'de doğan isyanlar ve orduda silah bırakılması sebebiyle yapılan İtilaf Devletlerince ihtarın sebebi açık şekilde devletin bunları düzenlemesi için acilen askerî bir yetkili grubun tayinini istemekteydi.

Bu tehdit muhtırası karşılığı olarak Osmanlı devletince hükümetin, bu konunun çözülmesi için resmen seçtikleri ekibin başına 1. Ferik (Tümgeneral) Mustafa Kemal Paşa tayin edilerek, 16 Mayıs 1919 günü Samsun'a yollanmıştı. (Destansı anlatılan tarihlerimizde Atatürk'ün gizlice kıyı kıyı gidip Samsun'a çıktığını yazarlar.)

Oysa bu anlatılan belgeleri içermeyen sadece de hamaset dolu varsayımların yazılmasıydı, sadece. Hatta bu konuda son Sultan Vahdettin 1923 yılındaki bildirisinde der ki: "Devlet ve hükümetin aldığı kararları onayladım…" (Açıkça anlaşılıyor ki Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan son padişah kadar devlet ve hükümet kavramını hiç bilmiyormuş.)

Belgelere bakalım…

Osmanlı Millî Savunma Bakanlığı (Harbiye Nazırlığı) ve Erkan-ı Harbiye kayıtlarında ise, Mustafa Kemal Paşa'nın tayininde: "… Sayın 1. Ferik (Tümgeneral) Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğinde, askerî ve mülki yetkilerle tayini" diye başlar.

Benim araştırmalarıma göre, Osmanlı tarihinde 334 kadar Sadrazamdan sadece üç tanesine böyle yüksek tür yetkili tayin yapılmıştı: 1- Sokullu M. Paşa, 2- Köprülü M. Paşa ve Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa olabilmişti. İşte dördüncü olarak aynı yetkiyle tayin Mustafa Kemal'e yapıldı.

Osmanlı Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 2. Başkan yardımcısı Kazım Ozak ve de Cevat Çobanlı paşalar bulunmaktaydı. İşte bu tayinde 22 kişilik askerî ekibin başında seçilip kendilerini Samsun'a götürecek, Bandırma vapurunu üstelik, İngiliz liman görevlisi Yüzbaşı Benetton kontrol edecektir ve geçiş onayı böylece verilir.

Burada görevin aslı 1- Karadeniz'de başlamış olan isyanların durdurulması, 2- Mondros şartında varolan silahların ordudan alınıp verilmesi meseleleriydi. Bunu da en iyi yapabilecek askerî ekip hükümet tarafından seçilmişti.

19 Mayıs günü Samsun'a geldiğinde karşılanıp ertesi günü çalışmalarına başladı. Bölgede isyanları da başlatan Topal Osman'ı acilen durdurdu. Peşinden bölgedeki askerî tugaylar ile görüşüp varolan yetkileri sebebi ile onlardan mevcut ordu silahlarının sadece %20'si kadarını teslim alıp bir hafta sonra İngilizlere teslim işlemlerine başlamış oldu.

Bunun ötesinde Mustafa Kemal'in sahip olduğu geniş yetkileri sebebiyle birçok gizli girişimlerde de bulunmakta olduğu öğrenilmekteydi. İngiliz generallerinin raporları sonucu 6 Haziran'da Osmanlı ikaz edilmiştir. Böylece 8 Haziran'da Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit hükümeti resmî bildirisi ile görevden uzaklaştırıldığını bildirir.

O günleri Mustafa Kemal yazdığı NUTUK kitabında der ki:

"… Yazılan görevden çağırma çağrısına da uymamıştım. Cevabi olarak görevden müstafi (ayrılmış) olduğumu belirttim. Ama girişmeye karar verdiğim (gizli ya da açık) teşebbüs ve faaliyetlerin de köklü ve şiddetli olacağını tahmin etmekteydim.

O halde yapılacak faaliyetlerin bundan önce şahsi olmak niteliğinden çıkarılması ve mutlaka bütün bir milletin birlik ve dayanışmalarını sağlayacak ve de temsil edecek bir kurum adına olmalıydı." diyordu.

Sonuç olarak baktığımızda beklemeden hareket edip önce Havza'ya peşinden 21-22 Haziran'ında resmen yayınlatıp yaydığı AMASYA BİLDİRGESİ ile başladı.

1- Vatanın bütünlüğü milletin bağımsızlığı tehlikededir.

2- İstanbul hükûmeti görevine aldığı sorumluluğunda gereklerini yerine getirmemekte olup bu durum aslında Milleti yok saymak demektir. (Günümüzde yaşatılan örneği gibi.)

3- MİLLETİN BAĞIMSIZLIĞINI, MİLLETİN AZMİ VE KARARI KURTARACAKTIR?.. (Tarih sanki tekrar mıydı, 28 Mayıs'ta göreceğiz.)

4- Milletin bütünlüğü durum ve şartlara göre de harekete geçmek ve dahi halkların yüksek sesle Cihana (dünyaya) duyurmak için her türdeki denetim ve etkiden uzak millî bir kurulun toplantıya çağırılması gerekmektedir.

5- Anadolu'da her bakımdan güvenceli olan şehir Sivas'ta bir Millî Kongre'nin toplanmasına,

6- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da acilen yollanmış haberler sonucu toplanacaktır. Bu tarihe kadar başlanmış olan girişimlerde seçilmişlerin Sivas'a intikali (katılımları).

Zannediyorum ki, İstiklal Savaşı tarihinde aklarla karaları, grileri iyice inceleyerek tartışmaların devri eğer gecikmişse hatalar bizdedir, elbette. Oysa şimdiye kadar ne yazıktır ki, "Kes-Kopyala-Yapıştır" ile varsayım eksik soruları bulunduran tarihleri yaza gelmişlerdi.

Böylece başlatılmış olan Millî Mücadele Hareketi'nin çok süratle ve 7-8 ay içinde belirlenmiş hedefler için çok ciddi adımları attığını, neler olduğunu seçilerek toplananların artık, ülkemizin en azından işgale bile uğramış topraklarının halen korunması ve gerekirse ölümüne savaşlara bile gireceklerini tam olarak bilen Türk halkı birdenbire çıkmıştır ortaya.

Artık geçmişteki tarihlerimizde aynen olduğu gibi yıkılma aşamasına gelmiş olan Türk kökenli halkın aralarında seçtikleri etkin ve yetkili kahramanlarıyla birlikte yeniden kurtuluş sağlamak için hukuksal bir Meclisin bile kurulmasını Ankara'da hazırlamaktaydılar.

Sonuç olarak baktığımızda, 1920 başlarına gelinirken, Sivas Kongresinde alınan "Misak-ı Millî" bildirgesinin başkente yollanması ile 1920 Şubat'ında son Osmanlı Meclisi Mebusanı tarafından onaylanması, kuşkusuz artık İstanbul işgalini getirecektir.

İstanbul'da kapatılan, işgal edilmiş meclisin yerine acilen Ankara'da bir meclis kurulması kararı alındı. Buna ilk olarak KURTARICI 1. MECLİS denilecektir. 23 Nisan 1920 tarihinde resmen kurulup açılmıştı.

Değerli okuyucularım, sanırım tam olarak ülkemiz aynı şartları kısmen de olsa yaşamaktaysa, artık bu ay bir tür REFERANDUM da sayılacak 28 Mayıs seçimidir. Çünkü ülkemizin benzer şartlarını şu ya da bu şekilde şeklen yaşıyoruz.

Bütün bu kurucu meclisin içinde belki de bugün olduğu gibi karşıt fikirde olan milletvekilleri de bulunmaktaydı elbette. Evet hukuksal siyaset odur ki onların girişimlerine duyarlı olmak, ancak böyle şartlar içinde dengeyi kurabilecek lider ve kadrolarının uyumlu olmasını gerekli kılıyordu, öyle de aynen olmuştur.

TARİHİ TEKRARDIR DİYEREK UYARLAYALIM

Kuşkusuz ülkemiz çeşitli açılardan medeniyetin getirdiği etkileşimler içinde birçok güçlüklerle de içeride ve dışarıda zaman zaman karıştırılmaktadır. Güvenlik stratejisinin ülkenin ulusal bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve uluslararası çıkarlarını korumak ve muhafaza etmek esasına dayandığını es geçiyoruz.

Üstelik gerçekleri görmek, Türkiyeli olarak doğru anlamak zorundayız artık. Türkiye'de Siyasi, ekonomik ve de sosyal ilkesizlikler giderek, öncelikle de olmuş, sözde Siyasal İslamcılık mantığıyla cahilane şekillerde kamufleydi.

Üstelik fikirsel farklılıklar birlikteliklerin de önüne geçirilmekte ve kuşkusuz halkı kutuplaştırmaktadır da. Hatta çözülme eğilimleri bazılarına göre bütünleştirme gibi de saygınca konuşulur hale de getirilmiştir.

Sonuç olarak baktığımızda değerli hocam rahmetli Profesör Halil İnancık, yaşanan günler için demişti ki:

"… Türkiye şimdiden iki kutba bölünmüş durumda. Bu da LAİK ve ANTİLAİK fikirler çatışması olmuştur. Bunun sonucu ise halkın birbirine dahi selam veremez olmasıdır.

Türkiye'mizde doğurulmuş olan iç ve dış tehditler karşısında, sadece ordusuna dayanan bir Milliyetçilik felsefesi mevcuttur. Üstelik onun da şöyle ya da böyle yıkılmaya çalışıldığı bile görülmektedir.

Fanatik kanaatlerin tabanı ise dinsel açıdan tatmin ettirebilmek için giderek saptırılmaktadır. Bu ise Devletin İslamlaştırılması demek, ruhen Hilafetin getireceği mantıkta saklıdır. Fakat biz ise yüzyılını tamamlayan deneyimli bir milletiz.

Buna mukabil hükümetler temeldeki vazgeçilemeyen esaslara bağlı kalırlarsa, elbette ki mesele çözülecektir. Dahası siyasetçilerin bireysel çıkarlarıyla bozulacaktır."

Sonuç olarak değerli hemşerim Prof. İlber Ortaylı 19 Mayıs 2023 tarihli Sözcü'de der ki:

"Seçimler sebebiyle sandığa gitmeyen 8 milyon kadar seçmenlere sesleniyorum, 'Lütfen tarihten öğrenileri alarak bir kere daha düşünsünler ve sandığa gitsinler. Eğer köklerinizi, yurdunuzu seviyorsanız, geleceğinizi düşünüyorsanız, çekinmeden ortaya çıkarsınız. Seçimde evinde oturanlar, Türkiye için kabul edilir bir vatandaşlık modeli olamayacaklardır…"

Aynen katılıyorum, sözlerine, YA SİZLER…

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları