Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ferit Erden BORAY

Ferit Erden BORAY

Tarihe Tek Gözlükle Bakılmaz

Abdülhamit dönemi Aydınlar Çatışmasından II. Meşrutiyet'e

Tarih bilimcilerinin kabul ettikleri, fakat fanatik olayların etkisiyle yaşananların gerçek oluşumundan çıkarılıp saptırıldığını çok görmüştük. Hele önceki köşe yazılarımda anlattığım gibi Dünya tarihinde, Devletleri yöneten Monarşik yönetimlerin Hukuksal ve Anayasal kavramları ikinci kez sokanın Osmanlı İmparatorluğu Devleti olduğunu ne yazık anlamamıştık.

Kuşkusuz Tersane Konferansı sırasında resmen ilan edilen KANUN-İ ESASİ'nin, bütün ülkelerin şaşkın bakışlarına rağmen, resmen uygulanması da oldukça çok etkin bir girişimin gerçekleriyle çıktığını bilelim.

Böylece kabul edilen Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi'nin gelişim dönemini yalnızca Padişah'ı tedirgin eden bir yenilik değildir, kuşkusuz. Üstelik içte ve dışta buna karşı toplumsal, siyasal ve diplomatik tepkilerde doğurmuş olduğunu nedense pek anlamakta istememiştik.

İşte varolan Şeyhülislam'lıktan başlayarak devletin bütün kademeleriyle değiştirmeye uğrayan bu ilmiye sınıfı sarsılmaktaydı. Üstelik yaşanılan savaş (Balkan ve Doğu savaşları) yenilgisinden dolayı kısıtlanan ve hesap vermeye çağrılan paşalar olayı olmuştu.

Dahası bütün bunların ötesinde devletin tamamen dar boğazdaki durumuna gizli-açık çareler bulan bir de Galata bankerleri ve ilişkideki bürokratlar meselesi çırılçıplak ortaya çıkmış durumdaydı. Üstelik yeni kurdurulmuş olan Parlamento'nın hayatının daha yeni başladığını nedense gerçeğiyle anlayamamıştık hiç.

İşte bu yüzden yıllarca Osmanlı İmparatorluğu Devleti'nde de reform yapılmasını isteyen Avrupalı Hristiyan devletleri bile uygulamanın şaşkınlığını yaşamaktaydılar. Öte yandan parlamento (Meclis-i Mebusan) hayatının ise kendi kozlarının ellerinden alınmasını görmeye ya da hissetmeye bile başladıkları anlatılmıştır.

Kuşkusuz Meclis-i Mebusan'ın eleştirici ve denetleyici tutumunun da padişahı yeterince tedirgin ettiğini bilmemek tamamen yanlıştır. Ama sorunlar ise sadece bundan ibaret de değildir. Nitekim kötüye de giden savaş şartlarının yaşanmış olan Ayestefanos Antlaşması'na kadar gelmesi parlamentoyu kararsız kılmıştı.

Bu şartların devletin yönetim katmanlarında milletvekilleri tarafından açıklıkla tartışılmasının giderek kötü sonuçlar yaratacağı da hesaplanmıştı. Böylece 13 Şubat 1878'de yapılan toplantıda "Meclis-i Umumi"nin tatile sokulması günden haline getirilmişti.

Böylece Meclis'te okunmasıyla Sultan'ın "… Heyet-i Ayan'nın ve Mebusan'ın mücerret ahvali hazırat-i fevkalade muktebasında (varolan olağan üstü haller) nedeniyle uygun görülüp bugünden itibaren tatiline karar verilmiştir" deniliyordu.

(İşte tam 113 yıl sonra günümüzün Cumhuriyet devletine, varolan siyasetçilerin 2015'de Meclis yerine yeni bir seçime gidilme talebi tarihin tekrarıdır) Aslına bakılırsa bu işlem Kanun-i Esasi'nin 7 ve 35. maddelerinde padişaha tanının fesih hakkının da değil bazı hallerde tatil edilebilir maddesine uymuyordu.

Fakat anlaşılıyordu uygulamada tatile sokulan ancak bir başka zamanda tekrar toplanmayan Meclis-i Mebusan'ın zaman içinde mevcutlarını kaybıydı da. Bu girişimin sonucu Sultan Abdülhamid'in 1908 yılına kadar sürecek kısmen Mutlakiyetçi yönetiminin de birebir devam ettirilmesine yol açmış oluyordu.

Aslına bakılırsa, başlatan Meşrutiyetçilerin ise kitlesel ve örgütsel bir güç oluşturmadığı açıktır. Bu yüzden aydınlar arasında gittikçe örgütleşmenin de şu ya da bu sebeple ele alınıp yaydırılmasına gidilmiş değildir. Bu hal elbette Avrupa devletlerinde Monarşi yönetimindeki krallar içinde, aynen I. Dünya Harbi'ne kadar aynen devam ederek gidebildiğini de hiç bilmedik.

Elbette zaman içinde Meşrutiyet'e yeni dönemin başlıca sonuçlarını hazırlayan oldukça etkin aydınlar kitlesinin yaygınlığı olmalıydı. Böylece Meşrutiyet'in yanlılarının şu ya da bu yolla padişah tarafından tasfiyesinden kaçınmaları zorunlu olunmaktaydı.

Yarım bırakılmış I. Meşrutiyet sonrası Osmanlı Devleti'nin ise özellikle öncülüklü hale gelen oldukça büyük dış tehlikelerinin ve diplomasinin oldukça sert ilişkilerini öncelikli hale getirmiş durumdaydı. Üstelik hem dış ve hem de iç tehlikelere karşı devleti yönetme zorunda kalan Sultan Abdülhamit'in bazen gizli bazen de açık istihbarat örgütünü geliştirme mecburiyeti doğmuş durumdaydı.

Bunun dünya tarihine ilk örneğinin Monarşik devletlerin yıkılması aşamasında sözde Parlamento adına halkın sevdikleriyle yönetilmesini başlatan İtalya'daki Benito Mussolini ve Almanya'daki Adolf Hitler'in mevcut yönetimini engellemek adına bu kez gizli bir yöntem geliştirilmişlerdi. Bunun adı Korku Devleti hegemonyası biçimi olacaktı.

(Sultan Abdülhamid hanın bu çıkmaz şartlarda çaresizlik açısından aynen korku otoritesini yapmış olduğu belki o günün şartları da aynen kabul edilir. Fakat son 10 yıldır Türkiye'mizde, henüz Abdülhamit dönemi gibi dış ülkelerin saldırısı ve iç isyanlarda mevcut olmadığı halde aynen AKP'nin iktidarı tarahin aynen tekrarı değil midir)

Ancak Abdülhamit döneminde bütün bunlara rağmen Devlet yönetimindeki Tanzimat döneminden beri yapılan değişimlerin odak noktası ise bütün yetkilerin bu kez tamamen tek yetkili olan Padişah'a ait olunmasını tam olarak getirmekte gecikmemiştir(Aynen bugün gibi).

 

İKİNCİ MEŞRUTİYETİN YENİDEN DOĞUŞU

 

Sultan Abdülhamit'in rejimi ve baskıcı niteliği bir yana kendini ve devleti ayakta tutabilmek için "kurumsal modernleşme"yi de tam olarak savunmayı açık biçimde uygulamalarda görebilmekteyiz. Rüştiye (ortaokul) idadi (liseler) ve yüksek okullar, üniversitelerin giderek çoğaltılıp ülkede yayılmalarını başlatan da oydu.

Bütün bu aşamalar yaşanırken gizli ya da açık bazı aydınlar arasında örgütlenmelerin başladığı oldu. Bunun ilk olarak uygulama alanı Tıbbiye-i Şahane (askeri tıbbiye) olmuştur. Bu organizasyon da Mayıs 1889'tan itibaren İttihad-ı Osmani olmuştu.

Aslına bakılırsa adı geçen İttihad-ı Osmani ise İtalyan devrimci Cardoba'nın örgütü örnek alınarak da gizli hücreler halinde oluşturulmuştur. Örgütün 1895'e kadar olan çalışmaları daha çok yeni üyeler kazanarak, aydınlar arasında taraftarı çoğaltmak olmuştu.

Taraftarların özellikle Osmanlı Devleti'nde var olan bürokratlar memur kadroları ile askeri subaylar arasında çok daha kolay zemin bulmasını sağlamaktaydı. Bu arada yurt dışında da örgütlenmeler ve basın faaliyetleri arasında öne çıkanlar vardı. MEŞVERET-OSMANLI-İNTİKAM-KANUN-İ ESASİ gibi adlarla yayınlanmaktaydılar?

1899'a gelindiğinde eski Jön Türk akımlarının da tekrar canlandırılması için bir başka destek belirdi. Almanya ile Abdülhamid arasında yakınlığın başlayıp Bağdat Demiryolu işinin Almanlara verilmesi ile zirve olmuştu. Bunu hedefleyen İngilizlerin ise buna mukabil gizlice Jön Türk hareketlerini desteklediğini görürüz.

Ancak Jön Türklerin asıl temel fikirlerinin ise "BÜTÜN OSMANLILARIN KARDEŞLİĞİ" şeklinde yayılmaktadır. Detaylarında ise "Osmanlı milleti" Osmanlı vatanı ve Osmanlıcılar şeklinde belirlenmekteydiler.

Bu arada daha önceleri İttihatçıların atılımı ile gizlice kurulan "İttihad-ı Osmani" ise bu kez geçen zaman içinde 19. yy. biterken İttihat ve Terakki'ye döndü. Bu durumda Pozitivist Ahmet Rıza beyin başını çektiği bu cemiyet, TÜRKLERİN YÖNETİM VE EGEMEN DURUMA DA GEÇMESİNİ hedeflemekteydi.

Bu gelişmeler nihayetinde Jön Türkler olarak 1902'de Paris'te ilk kongreyi başlatmış oldular. Gecikmeden bu kez devreye Prens Sabahattin'in de girmesiyle birlikte kesinleşmeyen fikir ayrılıkları da çıkmakta gecikmez. Bu toplantı sonucunda Teşebbüsü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetleri kurulmuş oluyordu.

İleri tarihlerde oluşturulan II. Meşrutiye'teki öne çıkarılan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin karşısında Hürriyet ve Hilafet ikiliği sürekli devam edegeldi.

Ancak 1905'ten itibaren cemiyetin yönetiminde bu kez ordu subaylarının devreye girişi olmuştur. Aslında bu düşünce olarak kuruluşundan beri Devletin yönetiminde siyasetle meşgul olmaktan uzak kadroların bu kez resmen siyasete katılmasının başlaması demektir.

Üstelik İttihat ve Terakki'nin 1906 nizannamesiyle doğrudan Sultan Abdülhamid hedef alınmaktaydı artık. O sırada Şam'da görevli olan Mustafa Kemal'in kurduğu Vatan Cemiyeti'nin bu kez İttihatçılar ile birleşimiydi bu.

Böylece yıllardır Avrupa'da başlatılan Jön Türk muhalefetinin bu kez devletin ordu katmanlarına tamamen katılmaya başladığının göstergesi olmaktaydı artık. Dahası bunun Osmanlı ordusunun en etkin görevinde bulunan Avrupa'nın güneydoğusundaki Selanik Ordusu da olduğu bilinirdi. Çok geçmeden varolan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılımı başlatılmış oldu. Böylece de resmen İTTİHAT VE TERAKKİ adını almış oldu. Fakat Meşrutiyete götüren olaylar içinde ise asıl örgütlenme ve vurucu güç sonuna kadar Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin üyeleri olduğunu görmekteyiz. İşte 1908'e gelindiğinde yolun aslı da budur.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları