Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Hakan Paksoy

Hakan Paksoy

MİLLİ DÜŞÜNCE

Aranan özerklik 1921 Anayasası'nda yoktur!

Millet İttifakı, ne kadar gerekli olduğu tartışılan bir genişlemeyle 6 partiye çıktı. Çıktı çıkmasına ama genişleyecek mi yoksa daralacak mı, zaman gösterecek. Ancak partilerin imzaladığı mutabakat metninde Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti için çok tehlikeli cümleler var.

Yeni Millet İttifakı yeni bir sistem öneriyoruz diyor. Yeni sistemin anlatıldığı bölümde de Türkiye Cumhuriyeti''nin kurucu anayasası olan 1924 Anayasası yok. Cumhuriyet''in kuruluşu, bir anayasa olup olmadığı tartışılan 1921 Kanun-i Esasî''siye eklenen "Devletin şekli hükümeti cumhuriyettir" ile ilan edilmekle birlikte 1924 Anayasası''yla olmuştur. Kurdum demekle de olmamış, kuruluş 1937''ye kadar sürmüştür. Dolayısıyla 1924 Anayasası''ndan bahsetmeyen bir metni daha dikkatli incelemek gerekir. Bu devleti kuranlar, o zorlu savaş içinde dahi bu dikkati göstermişlerdir. Millet İttifakı''nın mutabakat metnine imza koyanlar da oy verecekler de en az Birinci Meclis''tekiler kadar dikkatli olmalıdırlar.

Felsefesi farklı, kültürü farklı, anlayışı farklı

İttifak partileri, "Bu yeni bir başlangıç ve yeni bir inşadır" da diyor ve ekliyor, "… Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisi ile özgürlükçü demokratik bir hukuk devleti tesis etmeyi hedefliyoruz."

2018 yılı Temmuz''unda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi''ne geçilirken, Yeni Türkiye Yeni bir Devlet (https://millidusunce.com/misak/yeni-turkiye-yeni-bir-devlet) başlıklı yazımda "Anlaşılan o ki her değişimde devletimizi yeniden kuracağız, her seçimde yeniden doğmuş olacağız*" demiştim. CHS''ye geçtikten sonraki ilk seçimde de yeni devlet vaadiyle karşı karşıyayız. O zaman "Bizler geçmişin bu dar kalıplarını reddediyoruz" diyen mutabakatın anlayışı nedir diye bakmamız gerekiyor.

Teknik hususları bir yana koyarak felsefesini anlamaya çalıştığımız metinde birbiriyle bağlı iki cümle karşımıza çıkıyor. Birincisi, "1921 Anayasası''nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir."

İkincisi de "Din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan … laik hukuk devleti … sistemin temelidir. Herkesin inancına, kanaatine ve yaşam tarzına saygı duyulduğu, kişilerin din, inanç ve yaşam tarzı fark etmeksizin özgürce yaşadığı, herkesin kendi kimliğiyle ve kendisi olarak eşit şekilde toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katıldığı bir sistem inşa edilecektir." cümleleridir.

Mutabakatı hazırlayanlar tarafından "Din ve vicdan özgürlüğü" başlığı altına sıkıştırılan bu cümle, metnin en önemli bölümlerindendir. Eğer, din özgürlüğü ifade ediliyorsa, "dinin kamusal ve siyasal yaşama katılması" din devleti anlamına gelir ki laiklikten bahsedilemez. Ayrıca herkesin inancı tek bir dini değil birden fazla dini ifade eder. Dolayısıyla dinler devleti gibi anlaşılmaz bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla paragrafın ikinci kısmı din ve vicdan özgürlüğüyle alakalı değildir.

Bu ifadeler gizlenmeye çalışılan hedefi ortaya koyuyor. Bu cümledeki herkesin kendi kimliğiyle toplum, kamu ve siyasette var olması doğrudan doğruya egemenlik meselesidir. Herkesin kendi kimliğiyle eşit şekilde olması da kimliklere eşitlik ve statü vermek demektir. Böyle bir sistem inşası da hedeflenen devletin anlayışını açığa çıkarmaktadır. Bu anlayış geçmişte denenmiş olan ittihad-ı anasır yani unsurların birliğidir. Bu cümlelerle, egemenliğin Türk milletinden alınıp etnik kimlikler arasında paylaştırılacağı söylenmektedir.

1921 Anayasası''na ve onu yapanlara atılan iftira

Türk Milletinin granitten sağlam yapısını aşmaya çalışanların başvurduğu 1921 Anayasası, hem tam olarak bir anayasa değildir hem de orada geçen "muhtariyet" bugünkü özerklik anlamına gelmemektedir. Buradaki muhtariyet, sınırları belirlenmiş bir irade kullanma yetkisidir. Sınırları da apaçık ortaya konmuştur.

Bir yasayı geniş ve tam anlamıyla kavrayabilmek için gerekçesine ve yasa çıkarken yapılan tartışmalara bakmak gerekiyor. 18 Kasım 1336 (1920) tarihli kanunun ilk Meclis''e geldiği gün ile çıktığı 21 Ocak 1337 (1921) tarihleri arasındaki zabıtlara bakıldığında her şey çok ama çok açık bir şekilde kayıt altında.

Teşkilat-ı Esasîye Kanunu (1921 Anayasası), Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey''in Meclis''e sunduğu komisyon raporunda: "… vilâyetler kendi başına bir devlet değildir, Amerika Hükümeti müttehidesi gibi değildir. Her vilâyetin haiz olduğu muhtariyet mahallî işlere münhasırdır. O işler ki, yalnız o vilâyeti alâkadar eder. … Meselâ küçük nafia işleri, meselâ bir kanal hafri, bir köprü inşası, sonra yine böyle maarif, ziraat, orman ve saire işleri bunlar, mahallerine bırakılmıştır. Yalnız büyük, devletin esas teşekkülüne ait işler, tamamiyle merkeze alınmıştır. (18 Kasım 1920, TBMM)" diye anlatılarak tartışılmaya başlar.

Bunlar büyükşehirlerle Türkiye''nin bir kısmında terkedilen, diğer kısmında da biraz farklılaşan il özel idareleri uygulamaları anlamına gelmektedir. Okul, köprü, menfez, yol, mezarlık veya başka mahallî ihtiyaçların karşılanmasıdır. Bugün de öyledir. Mesela öğretmen, sağlık çalışanı gibi merkezden yapılan atamalar il emrine depo tayini yapılır, oradan görev yerlerine valilikler dağıtır.

Millet İttifakı''nın mutabakatını yazanların kapsayıcı olarak değerlendirdikleri muhtariyet budur. Buradan da özerklik, otonomi çıkmaz. Zaten İsmail Suphi Bey de "vilâyetler [ya da oluşturulacak bölgeler H.P] kendi başına bir devlet değildir" diye açıkça belirtmektedir.

1921 Anayasası''ndaki muhtariyet kavramına bakarak etnik kimliklere statü (egemenlik) verilebileceğini söyleyenlerin aynı zamanda il, ilçe, mahalle ve köylerdeki bütün muhtarlara da otonomi vermeleri gerekmez mi? Eğer özerklik, muhtar olma yani muhtariyet tanınmaya dayanacaksa Türkiye''deki her mahallenin özerk bir yapıya kavuşturulması da ortaya çıkmaz mı?

Üniter millî devletin temelleri

Sivas''tan Ankara''ya 10 günde ulaşıldığı, vatan topraklarının -başkent dahil- işgal altında olduğu şartlarda, işgalcilerle ve onların işbirlikçileriyle canhıraş mücâdele ediliyordu. Bu durumda, zaten yüzyılların kötü yönetimiyle biriken problemlerle uğraşmaya ne vakitleri vardı ne de imkanları buna elveriyordu. Bütün dikkatlerini düşmanlara çevirmiş, güçlerinin tamamını istiklâl için harcıyorlardı. Yapacakları tek şey herkesin günlük işleri bir müddet kendilerinin görmesini sağlamaktı. Bunu yaptılar.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu''nun görüşmeleri esnasında Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, "Meclis''in yetkilerini belirlemeye ne hacet?" diye sorunca Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey "12''nci maddede bahsolunan birtakım hükümler haricinde vilâyet şûraları, kanunlar ve saire vazına kalkışırsa ne yaparsınız?" diye karşılık veriyor. Bununla da -yüz yıl sonrası değilse de o gün için(!)- her ihtimâli hesaba kattıkları anlaşılmıyor mu?

Mustafa Kemal Paşa, 21 Ocak 1921''de Teşkilat-ı Esasî kabul edilirken "… ifade etmek lâzımdır ve bu zan olunduğu gibi Meclisi Âlinizin salâhiyetini tahdit (kısıtlama) değil, tevsi (genişleme) ediyor" sözleriyle Meclis''in yetkilerinin genişlediğini ortaya koyar. Gazi Hazretleri haklıdır da, çünkü egemenliği hanedandan alıp millete veren, millet adına yürütme ve yasama yetkisini üstlenen bir Meclis ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu söz konusudur.

Başka bir önemli hususta, tek dertleri istiklâli kurtarmak olan Birinci Meclis''teki vekillerin fikrî yapısıdır. Çoğunluğu İttihatçı isimlerdir. Bunlar Jön Türkler içindeki, 1902 ve 1907''de sert tartışmalardan sonra Prens Sabahattin ve grubuyla ayrılanlardır. Bu ayrılığın sebebi bir grubun, Abdülhamit''i devirmek için Ermenilere özerklik vermek şartıyla dış güçlerle anlaşma yapmak ve adem-i merkezî bir idarî yapıya geçmek istemesidir. Birinci Meclis''tekiler, dış güçlerle iş birliğine ve Ermenilere özerklik verilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Merkezî yapıdan yana olanlardır.

1921 Anayasası''ndan bugünkü anlamıyla özerklik ve otonomi çıkararak, bugünkü meselelere dayanak yapmak, başta Mustafa Kemal Paşa ve Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi''nin kahraman üyelerine iftiradır.

Genişletilmiş Millet İttifakı''nın mutabakat metnini yazanlar ya o dönemin Meclis tartışmalarını okumamışlar veya bilerek ve isteyerek böyle yazmışlar. Okumadan yazılmışsa, milletin kaderiyle oynamaya hakları yoktur, derhal bulundukları görevden alınmalıdırlar. Yok bilerek yapıyorlarsa bu Türk Milletinin egemenliğine bir saldırıdır. Partileri adına imzalayan genel başkanlar da bu sorumluluğu taşımaktadırlar. Ya gereğini yapmalıdırlar ya da…

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları