Nergishan Tekin'le Kitap Dünyası (20 Kasım)

Nergishan Tekin'le Kitap Dünyası (20 Kasım)
Bu köşede, sizinle 'kitap dünyası'nı gezeceğiz. Yayınları takip edeceğiz, tanıtacağız, yorumlayacağız, Eksiğini fazlasını ortaya koyacağız. Gerektiğinde kitapların yazarlarıyla konuşacağız.

NERGİSHAN TEKİN / GÜNBOYU

Ön yargılı olmayacağız. Neyse onu ele alacağız. Tartışmalara okuyucular da dâhil olabilirler. Fikirlerin söyleyebilirler.

Dil tartışmalarına da yer vereceğiz. Doğru cümle kurulması, kelimelerin yerinde kullanılması bizim önceliğimizdir. Hataları göstermekten kaçınmayacağız.

İnternet çıktı, kitap öldü, dedirtmemeliyiz. Okumalı ve okutmalıyız. Bu köşenin maksadı da okumanın insana neler kazandıracağını, bir bakıma ispat etmektir. İddialı söz ettik ama okumakla neler kazanacağımızı ortaya koyamazsak, fikir öldür demektir. Fikir ölürse, insanlık bile tartışılır.

İlk ele alacağımız kitaplarımız dilimize dair olsun istedik.

Okuyalım, hep okuyalım!

TÜRKÇENİN TARİHÎ GELİŞMESİ

Prof. Dr. Ahat Üstüner, “Türkçenin Tarihi Gelişmesi”nin genişletilmiş ve gözden geçirilmiş yeni basım”ı yayınlandı. (Bilge Kültür Sanat Yayınları, 271 s.)

Prof. Dr. Ahat Üstüner, eserini anne ve babasının hatırasına ithaf etmiş.

Eser üç bölüm. Birinci Bölüm’de “Türk Dilinin Kökenleri”, İkinci Bölüm’de Türk Lehçe ve Şivelerinin Tasnifi, Üçüncü Bölüm’de Türkçenin Devreleri işlenmiş.

Birinci Bölüm’de “Ural-Altay Dilleri Teorisi” ve “Altay Dilleri Teorisi” ele alınıyor.

İkinci Bölüm’de “Türk Lehçe ve Şivelerinin Tasnifi”nde başlıca iki tasnifi değerlendiriyor. Birincisi Prof. Dr. Reşid Rahmeti Arat’ın tasnifi, ikincisi ise Prof. Dr. Talat Tekin’in. Talat Tekin hocası Reşid Rahmeti Arat’ın tasnifine karşı çıkıyor. Birçok makalesinde de bunu belirtmiş, yeni bir tasnif ortaya koymuş hatta Türk dilli konuşan halkların dilini “Türk dilleri” olarak ayırmıştır.

Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, Talat Tekin’in tasnifine karşı çıkarak “(Türk dilinde) lehçe ve şivelerin her birine dil demenin siyasî bir anlayış olduğunu” belirtir.

(Not: “Türkçenin Tarihî Gelişmesi’nde ünlü dilcinin adı “Reşit Rahmeti Arat” olarak geçmekte; kitaplarında ise ilk isminin “Reşid” yazıldığını belirtmemiz gerekiyor.)

Prof. Dr. Ahat Üstüner, kitabın ikinci baskısında, eseri hakkında şunları şöyle yazıyor:

“İlk baskısı iki yıl gibi kısa bir sürede tükenen elinizdeki eserin ikinci baskı­sını yapmanın sevinci ve heyecanı içerisindeyiz… Türkçenin tarihî gelişmesini öğrenmekten öte dilimizin gücüne uygun oranda tanınması ve sevilmesi, toplumumuzda dil bilin­cinin gelişmesi, konuşanların sözlü ve yazılı ifadelerinde Türkçeyi daha güzel ve etkili bir biçimde kullanmaya özen göstermeleri amacına yönelik olarak ortaya koyduğumuz bu eserin gördüğü ilgiyi, bu amaç doğrultusunda yaptığı katkının bir belirtisi sayıyoruz.

Bu yeni baskıda, bilim adamlarımızın Türk dili alanında son iki yılda yap­tıkları ulaşabildiğimiz çok değerli yeni araştırma ve tespitlerin ışığında bir ta­kım değişiklikler ve eklemeler yaptık. Böylece eseri, üniversitelerimizin ilgili bölümlerinde okuyan öğrencilerimize, Türkçenin eğitim ve öğretimiyle uğraşan öğretmenlerimize, Türkçe sevdalılarına ve Türkçeye gereken özeni gösteren ay­dınlarımıza daha güncel ve yararlı bir hale getirmeye çalıştık.

Bu kitabın, öncelikle Türkçenin güçlü bir dünya dili haline gelmesi, konu­şulduğu her yerde hakkettiği özeni ve sevgiyi görmesi ülküsüne bir katkı sağlamasını temenni ediyoruz. Çünkü milli kültürü taşıyan ve şekillendiren ve böylece milli varlığı sürdüren dilimize karşı duyduğumuz sevgi, vatan ve millet sevgisi­nin de temelini oluşturmaktadır.”

*

Eserde “Türkçenin Evreleri”ne dair şu bilgiler yer alıyor:

“Türk dilinin belgelerle takip edilebilen dönemleri genel olarak; 1. Eski Türkçe, 2. Orta Türkçe, 3. Yeni Türkçe ve 4. Modern Türkçe olmak üzere dört devreye ayırt edilmektedir. Bu dört devreden ilki olan Eski Türkçe devrinden günümüze kalmış belgelerde çok gelişmiş bir dilin varlığı, genel Türk tarihinin bu belgelerin yazıldığı 6. yüzyıldan çok önceki dönemlerden başladığının bilinmesi ve Türk dilinin yaşı ile ilgili araştırmalar, Türkçemizin çok daha uzun bir geçmişinin olduğunu ortaya koymaktadır. Eski Türkçe devrinin başlatıldığı MS 6. yüzyıldan önceki devreleri de içine alan ve "Altay Dil Birliği" görüşünden hareketle yapılan tasnif şu şekildedir:

1. Altay Çağı (Ana Altayca)

2. En Eski Türkçe Çağı (Proto Türkçe)

3. İlk Türkçe Çağı

4. Eski Türkçe Çağı (Köktürk, Uygur)

5. Orta Türkçe Çağı

6. Yeni Türkçe Çağı

7. Modern Türkçe Çağı

Tasnifte yer alan ilk üç devre için aşağıdaki farklı isimlendirmeler de kulla­nılmaktadır:

1. Altay dil birliği dönemi

2. Çuvaş-Türk dil birliği dönemi (MÖ birkaç bin yıllık dönem)

3. Ana Türkçe dili dönemi (MS I-V. yüzyıllar)

Bu tasnifte yer alan ilk üç devre belgelerle takip edilemeyen devrelerdir. Bu devreler hakkında ileri sürülen görüş ve fikirler tamamen farazidir. Ancak Türk dilinin kökeni, yani Altay dilleri konusunda yapılmış çalışmalar, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkçenin akraba dillerle birlikte bir Ana Altay dilinden çok eski çağlarda ortaya çıktığı görüşüne kesinlik kazandırmıştır. Altay çağının tarihi hakkında bir tahminde bulunmak olanaksızdır. Bu tasnifte yer alan "Altay Çağı" Türkçenin henüz bu Ana Altay dilinden çözülmediği, bugünkü Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japonca ile birlikte olduğu dönem olarak düşünülür. Bu dönemin özellikleri, Ana Altay dilinin özellikleridir ve Altay Dilleri Teorisini aydınlatmaya yönelik araştırmaların ilerlemesi ile gün ışığına çıkarılacaktır.” (s. 47).

turkcenin-tarihi-gelismesi.jpg

______________________

SÖZCÜK HİKÂYELERİ

(Sözlerde Saklı Kültür)

Sözcük Hikâyeleri, Prof. Dr. Hatice Şirin’in eseri. ((Bilge Kültür Sanat Yayınları, 264 s.) alt başlıkta belirtildiği gibi, kelimlerde kültürümüzün izleri sürüyor.

Kitabı niçin ve nasıl yaszdığını yazarın kendisine bırakalım:

“Elinizdeki bu kitabın temeli, 13.02.2013 tarihinde ‘Sovyet Türkleri meyhaneye neden kabak der?’ başlığı altında bir yazıyı sosyal medya sayfamda paylaşmamla atıldı. Arkadaşlarımdan, öğrencilerimden, meslektaşlarımdan aldığım olumlu yorumlar, sözcükler üzerinde yeniden düşünmemi, bu sözcüklerin kökenle­ri ve eski anlamlarını sunmamın yanı sıra edebiyattaki ve genel olarak sanatın her türündeki yansımalarıyla yeniden değerlendir­memi, böylece akademik bir yazıyı imbikten geçirerek herkesin okuyabileceği hale getirmemi sağladı. Buradaki her yazı, hep bir duygunun eşliğinde yazıldı. Kimi zaman umutlu, kimi zaman kırgın, kimi zaman kızgın, kimi zaman yorgun ve bitkin, kimi zaman neşeli, kimi zamansa çaresiz hissettiğim anlarda yazdı­ğım yazılardı. Sosyal medya sayfamda paylaştığım bu yazıları akademik formatta yazmadığım için kullandığım kaynakları da kaydetmemiştim; ancak bunları bir kitapta toplama düşüncesini hayata geçirirken, bu konularla ilgili benden önce atılan adımla­ra, sarf edilen emeklere duyduğum saygıdan dolayı yararlandı­ğım kaynakları her yazının sonunda vermeye çalıştım.”

Prof. Dr. Hatice Şirin, kelimeleri nasıl ele aldığını şöyle ifade ediyor:

“Anahtar sayılabilecek bu yöntemleri izleyen bir araştırma­cı -basit bir örnek verecek olursak- Türkiye Türkçesindeki ye-şer- eyleminin özgün anlam dünyasının "yeşilleşmek"ten ibaret olmadığını, kökününse yeşten farklı bir biçime gidebileceğini dikkate alır. Nitekim Türkçe yazılmış en eski belgeleri inceledi­ğinde bu eylemin asıl biçiminin yaşar-, anlamının "yeşilleşmek" dışında "ıslak, nemli hale gelmek", kökünün yaş olduğunu, öz­gün anlamı "ıslak" olmyaş sözcüğünün "taze"den "yeşil sebze"-ye, "nemli"den "gözyaşı"na, "genç"ten "doğuştan beri geçen ve yıl birimi ile ölçülen zaman"a kadar bir dizi semantik dallanma yaşadığını, neredeyse bin yıl önce kaydedilmiş yazılı tanıklarla görür: bu söğüt yaşarıp anttı kurumış "Bu söğüt yeşillenip şim­di kurumuş."; yaş sünükleri ınaru berü anta monta saçılıp "taze kemikleri ileri beri oraya buraya saçılıp..." Ayrıca yaşar- eyle­minin biçimsel bir değişime uğramaksızm Türkiye Türkçesine intikal ederken, aynı eylemin İyi ve İşi seslerinin komşu ünlüleri incelten etkisiyle yeşer- şeklinde geliştiğini, böylece anlam dallanmasıyla aynı sözcüğün birincil ve ikincil biçimlerde kullanı­mının sürebileceği sonucuna ulaşır.”

Örnekler:

İlgi ve İlgeç

Türkçede "alaka" karşılığında 1930'lu yıllarda beri kullanılan ilgi ve "edat" karşılığında 1970'li yıllardan beri kullanılan ilgeç, Anadolu ağızlarında (özellikle Ege bölgesinde) "çengelli iğne" ve "düğme" anlamındadır. Yani ilgi ve ilgeç, sosyolojik ve gramatik "bağlantı" anlamlarını "çengelli iğne"den devralmışlar...

İlgi ve ilgeçin kökü olan ilmek fiili, Eski Türkçede "takmak, bağlamak, iliştirmek; asmak" anlamı taşır. Kök fiilden türeyen en ünlü sözcük ile bağlacıdır. Aynı fiilden ilik (kemik değil, düğme iliği), ilmek, ilmik, iletişim, ilişmek, nihayetinde ilişki sözleri orta­ya çıkar. Polonyalı Türkolog Marzanna Pomorska, bir makalesin­de ilgi sözcüğünün Anadolu ağızlarında "yorgan ipliği" anlamına geldiğini bulup yazmış. Demek ki her türlü "bağ"ı, ilmek fiili ve türevleriyle adlandırabilmişiz.

İlgi sözcüğünün Arapçadaki karşılığı alaka da "asılmak; bağ­lanmak" anlamlarında. "Sonuca bağlanmamış, sürüncemede kal­mış" olan şeyler için alakamdan türeyen ve aslen "asılı" anlamı taşıyan muallak kullanılır. Kelalaka ise, Fransızca "ne" anlamın­daki quel ile Arapça alaka sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş. Fransızcadaki quel intérêt (okunuşu: kel entere, anlamı "ne alaka") ifadesindeki intérêt'in yerine alaka getirilmesiyle oluşmuş10.Yani sözcüğün "saçsız baş'la "ilgi" ve "alaka"sı yok.

Lokma

Lokma sözcüğü birçok kişi için "ağza bir defada alınıp gö­türülen yiyecek parçası"dır. Oysa İzmir ve çevresinde lokma de­yince ilk akla gelen, şerbetli bir tatlının adıdır. Lokma sözcüğü Arapçadan (lukma) dilimize girmiş. XII-XIII. yüzyıl metinlerin­den itibaren "ağza bir defada alınıp götürülen yiyecek parçası" anlamında kullanılır. Örneğin, yaklaşık beş yüz yıl önce kimliği meçhul bir müellifin Anadolu'da yazdığı Kız Destanı diye bili­nen bir öyküde üç gün oldı lokmamuz yok yiyesi / Kimsene yok hâlimüzi diyesi dizelerinde mezkûr anlamı görürüz.

Lokma, lokum (< Ar. lukam) ile aynı kökenden. Sözcüğe "şer­betli tatlı" anlamı Türkçede verilmiş ve tatlı türü olan lokmanın tarihsel kökeni her ne kadar Osmanlı sarayına kadar çıksa da, gü­nümüzde bu tatlı İzmir ve çevresiyle özdeşleşmiş.

İzmir kültürünün vazgeçilmez parçası durumundaki lokma "yapılmaz", "dökülür". Dökmek fiilinin "sulu hamuru kızgın yağ veya tepsinin içine akıtarak pişirmek" anlamını bilen için lokma dökmek deyimi son derece olağan. İzmir'de ölüm yıldönümleri gibi kederli günlerde, düğün gibi sevinçli günlerde veya kandil­lerde sokaklarda döktürülüp ücretsiz dağıtılır. İkram ve paylaşım gibi güzel bir geleneği sunması açısından takdire şayan.

İlgi çekici olansa gâvur diye nitelenen bir kentin sakinleri­nin lokma döktürüp dağıtmak için adeta yarış halinde olması ve lokmayı dağıtanın çoğu zaman kim olduğunun bile bilinmemesi.

Caka

Arapçada setre ve kaftan, Almancada Jacke, Rusçada kurtka denilen giysinin İtalyancası giacca'dır. Caka diye okunan İtal­yanca sözcük, Türkçeye geçer; ama "ceket" değil, "gösteriş" an­lamında kullanılır. Öyle ki Sermet Muhtar Alus'un Son Posta ga­zetesindeki "Kadınların Ev ve Sokak Elbiseleri" adlı yazıda geçen sözcüğün "ceket" mi yoksa "gösteriş" mi olduğu bile anlaşılama­maktadır: "Güya caka diye anasının, kaynanasının cicisini giyip maskara olmuş, rüküşlere dönmüş te haberi yok zavallıcığın!.."

Fiyaka ve caka, Türkçe kökenli olmasa da, artık Türk kültü­rünün vazgeçilmez parçalarıdır. Zira ne Fransızcada ne de İtalyancada "gösteriş, çalım" anlamını ne de fiyaka satmak, caka sat­mak deyimlerim bulabilirsiniz.

Tabanca

Günün birinde "Alçaklığın Tarihi" diye bir kitap yeniden yazılırsa, yazarının tabanca sözcüğünün anlam değişmesinden yararlanması gerek. Zira bu sözcükte "nereden nereye" denile­cek bir öykü saklı. Tabancanın kökü tabandır. Taban, eskiden sadece "devenin ayak tabanı" karşılığındaydı. Örneğin, Divanu Lugâti 't-Türk'te geçen tabanlamak, "deve için tekme atmak" an­lamında idi... Tabanlıg teve "inatçı deve" idi. Sonradan herşeyin en alt kısmı için kullanılır oldu. Birçok yeni anlam da kazandı. Sözgelimi "dayanma, sebat, mukavemet".

Taban tepmek "uzun yol yürümek", tabana kuvvet de "bir yere yayan gitmekten başka çare olmadığını anlatan bir söz" olduğuna göre, o tabanların dirençli ve sağlam olması gerek, öyle değil mi? İşte bu anlamı dolayısıyla kelimeye +sız ekini ekleyip tabansız sözcüğünü türettik ve "yüreksiz, ödlek" karşılığında kullandık. Anadolu'ya göç ettikten sonra da, taban+ça diye bir sözcüğü nurtopu misali dünyaya getirdik. Başlangıçta o kadar da fena değildi. Çünkü ilk anlamı "tekme, tokat" idi. Örneğin Divan şairi Âhî, XV. yüzyılda yazdığı bir şiirinde der ki: kadd-i nigara öykünür imiş utanmadın / Serve tabanca ururısa yeridür çenar "Sevgili­nin boyuna özenirmiş utanmadan / Selviye bir tokat atsa yeridir çınar". Aynı yüzyılda mütercimi bilinmeyen Tezkiretü'l-Evliya çevirisinde rastlarız tabancaya: Sakalın eli birle dutdı ve kendü yüzine birkaç tabanca urdı "Sakalını eliyle tuttu ve kendi yüzüne birkaç tokat vurdu."

"Tokat”'tan "silah"a doğru gelişen anlamdaki ara aşama, Nişanyan'ın Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden gösterdiği kanıta göre, "XVII. yüzyılda yeni icat edilen tetik mekanizması"dır. Gerçekten de Seyahatname'de tabancalı tüfeng ibaresi çokça geçer; ama Evliya Çelebi, kelimeyi "tokat" anlamıyla da kullanır. Örne­ğin, Macaristan seyahatinde bir cami hareminde oyun oynayan küçük oğluna "sille-i pehlivânî" vuran babanın bu davranışını kı­namak üzere ayağa kalkan cemaat şöyle der: Bire âdem bu oğlanı niçün böyle tabanca ile halk arasında urup ırzını pâymâl etdin? Tabanca "tokat" anlamı taşıdığı dönemlerde, urmak / vurmak ile eyleme geçen bir özne idi. "Ateşli silah" anlamı kazandıktan sonraysa aynı eyleme aracılık eden bir nesneye dönüştü.

***

Server Tanilli, 30 Eylül 1976'da, İstanbul DGM'de yaptığı savunmasını A.[ttilâ] İlhan'ın şu dizeleriyle bitirmiş: o sözler ki kal­bimizin üstünde / dolu bir tabanca gibi / ölüp ölesiye taşırız / o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan /uğruna asılırız. S. Tanilli asılmadı, ama bu sözlerinden iki yıl sonra 1978'de silahlı saldırı­ya uğrayıp belden aşağısı felç oldu.

Mertlik bir kere bozulmuştu. Tabanca istifleyenler düğün der­nekte çoluk çocuğu bile vurmaya başladı. Gerçi "tapancamun sapinu gülle donatacağım" diyenler olsa da, onlar hep "bir varmış, bir yokmuş!"

sozcuk-hikayeleri.jpg

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Öne Çıkanlar