Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ferit Erden BORAY

Ferit Erden BORAY

Tarihe Tek Gözlükle Bakılmaz

Milletleri yöneten devlet ise Avrupa gelişirken geride miydik?

İbn-i Haldun'un güzel bir deyişi vardır:

"... Özgürleşmeye talebi (isteği) olmayan insana bunu sunmak bir değer değildir... Bu nedenle çöküşün de sonu dirilişin başlangıcıdır..."

Dünya tarihinde milletlerin yönetimi hukuk açısından temel prensipleri gerektirir. Aslen Batı kökenli olan "Anayasa ve Anayasacılık" hareketleri de 18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avrupalı tanımıyla da "Ulusal Parlamento" sistemine geçiş süreçlerindeydi.

Ne var ki asırlardır süregelmiş, eski bir devletin birdenbire yıkılışı hiç kolay olmaz. Biliniyor ki 18. yüzyıldan itibaren başka başka dillerin öğrenilme çabası, bilim ve aydınlanmanın çoğalışı, yeni bir tür aydınlar sürecini de getirmeye başlamış oldu.

18. yüzyıl ve 19. yüzyıla girilirken artık hemen hemen tüm dünyada "AYDINLANMA ÇAĞI"na girilirken öne çıkmış olan AKIL mantığı insanlar arasında henüz yeterince de geliştirilememiş ve de SUBJEKTİF durumdaydı denir.

Elbette bilinmektedir ki, Avrupa Hristiyan ülkelerde başlatılan RÖNESANS ve REFORM girişimleri en azından halkların aydınlanmasını ve yönetimleri konusunda yeni yeni kutupların açılmasını sağladı.

Böylece Avrupa halkları arasında başlatılan bu yeni düşüncesel akımların ve bunların yaratacağı her türlü yenilenme kavramları ise bu kez de doğuda Osmanlılar arasında yaşayanlar için sanıldığı gibi etkin olmadığını ya da yaydırılmadığını anlamaktayız.

Biliniyor ki Batı ülkelerindeki bu büyük çaplı KİTLESEL AKTİVİTELER'i oluşturan sosyal dayanışma hareketleri, genellikle halk tarafından geliştirilmişti. Zaman içinde devleti yöneten bireyler arasında etkili olup, yankı bulmaya başladı.

Oysa Osmanlı İmparatorluğu topraklarında etkileşimlerin sanıldığı gibi alt kademede yansıtılması mümkün de olamamıştır. Çünkü devletin yönetim sistemi modeli ise gelenekseldi. Buna da MUTLAK ya da TEOKRATİK yahut da yarı teokratik düzen denilebilirdi.

20. yüzyılda yazılan demokrasilerin tanımları arasında TEOKRASİ terimi de yer aldı. En azından bu da 19. yüzyılda başlatılan sözde halkın temsilcilerinin de kurmuş oldukları MEŞRUTİYET esasında ve parlamento uygulamasıyla üst düzey kral ya da padişah tarafından verilen son karar olunca buna Teokrasi denirdi. Bugün, son 10 yıldır bizim siyasetçilerin yaptıkları aynen tek kişinin yönettiği Teokratik Sistem değil mi?

Görünüş olarak ortaya çıkan DEVLET-HALK ilişkisinin "Çağdaş Siyasal Bilim"in ve anayasa hukuku açısından özünde OTORİTE ve ÖZGÜRLÜK ÇATIŞMASI'nın da aslen bundan doğduğunu da bilmekteyiz.

Örneğin ünlü aydın Bernard Show der ki:

"... Demokrasi okurken güzel, oynanırken kötüdür, bazı yazarların yazdıkları oyunlar gibi. Demokrasi dediğin siyasal deneyler, düzensiz ve kötü yönetimlerin var oldukları son duraklardır."

Üstelik 200 yıl öncesinin Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki halkın yüzde 80'i cahil bırakılmışsa bunun için Cumhuriyet dönemi birinci kuşak aydınlarından Cenap Şahabettin'in güzel bir sözünü de hatırlarız:

"... Zekâsız kuvvet yıkılabilir fakat yapılmaz... Yüksek adamlar nerede yükselmeleri alıkonuyorsa o toplum artık gerilemektedir."

Milletlerin geçmiş tarihlerinde konu için çok etkili ve doğru gerçekler de vardı, aynen tekrar etmekte de beceri sahibi olduğumuz gibi. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu Devleti'nin Celali isyanları sonrasında yönetim kadrolarındaki bağnazlıklar açıkça ortaya çıkmıştı.

30 Ekim 1757'de tahta çıkan 3. Mustafa'nın da sadrazamı olan divan şairi ve edip Koca Ragıp Paşa, padişahın devlet yönetimi için sorularına verdiği ünlü aruz vezni yazılı şiirinde der ki:

"Yıkıluptur bu cihan sanma ki bizde düzele

Devleti, çarh-ı denî verdi kamu mübtezele

Şimdi erbab-ı saadette gezen hep hazele

İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele"

Bu değerli edibin aruz vezni şiirini açıklayalım; "... Ehliyetsiz ve liyakatsiz cahil, mağrur ve haris müesseseleriyle (kurumları) devlet teşkilatını keçelenmiş örümce ağları gibi sarmışlar. Bunun için de büyük ümitlere düşmeyesiniz...

Sulhu (barışı) dikkatle koruyalım ve elden gelebildiği kadar çalışalım." Devletin yönetimini yüklenmiş olan Osmanlı padişahı da aynen onun gibi çok edebi ve aruz bir şiirle cevap verdiği yazılıdır.

"… Mevcut ahengi bozar isek korkarım ki eski düzeni de veremez hâle geliriz...

Çünkü Ali Osman Devleti tırnakları kopuk, ihtiyar bir aslandır...

Bu sebeple de düşmanlarına yaklaşmamalıdır ki tırnaksız bu pençeleri meydana çıkmasın..."

İşte bundan çok daha nezih, açık bir tanımlama gerçeğinin olduğunu pek sanmıyorum. Gelin bu tanımları da günümüzde aynen günümüz siyasetçilerinin devletin de yönetimi için tarihi aynen tekrar ettirmiyorlar mı?

Değerli dostlarım, okuyucularım, bilinir ki bizim geçmiş tarihlerimiz, bunun gibi birçok örneklerle dolu, yaşanılan yönetim dönemleriyle bilinmedikçe bizler bilgisiz ve geçmişimizi bilmeden, başa geçen sözde siyasetçilerin, aynı şeyleri tekrar tekrar bizlere yaşatmakta olduklarını nasıl öğrenebiliriz?

Ancak bu, asırlardır süregelmiş Türk halkının birdenbire yeni bir dirilişi yaşadığı dönemlerde olur. Örneğin 18. yüzyılın bu kötü örneğini bire bir şehzade iken görüp, tahta çıkan Sultan 3. Selim Han oldu.

Devletin idaresi için MEŞVERET (günümüzdeki Millî Güvenlik Konseyi) denilen meclisin toplantısında şöyle diyordu: "Halktan hicap ediyorum (utanıyorum), âleme de maskara olduk, halk adama ne söylemez? Artık yetişir ne yapacaksanız yapın, senden oldu benden oldu demeyin. Biriniz ile ihtilaf etmeyiniz ki kabahatin başı o olur."

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları